Hollanda ve Flaman edebiyatı
Hollanda`da ve Belçika`nın Flaman kesiminde konuşulan Hollandaca`yla yazılmış edebiyat yapıtlarını belirten terim. İ.S. yaklaşık 1200`den başlayarak Hollandalı ve Flaman yazarlar, bölgede önceleri kilisenin dili olan Latince`yle yazılmış metinlerden farklı biçimde, `Orta Hollanda` dili ya da Dietdiye adlandırılan kendi lehçelerini kullanmaya başladılar. Ortaçağ Hollanda ve Flaman edebiyatının büyük bölümünü Limburg, Brabant ve Flandre eyaletlerinde yazılan şiirler oluşturdu. Çoğunun yazarı belirsiz olan bu şiirlerden sonra, Limburglu soylu Heinric van Veldeke, Hollanda edebiyatının yazarı bilinen en eski yapıtı olan HetLeven van Sin Servae^ i (Aziz Servatius`un Yaşamı, 1165`e d.) yazdı. Bu yapıtı toplumdaki aşırılıkları, kahramanları olan hayvanların ağzından ustaca yeren bir epik şiir olan Vanden vos Reinaerde{T\k .
“Hollanda`da ve Belçika`nın Flaman kesiminde konuşulan Hollandaca`yla yazılmış edebiyat yapıtlarını belirten terim. İ.S. yaklaşık 1200`den başlayarak Hollandalı ve Flaman yazarlar, bölgede “
Hollanda`da ve Belçika`nın Flaman kesiminde konuşulan
Hollanda`da ve Belçika`nın Flaman kesiminde konuşulan Hollandaca`yla yazılmış edebiyat yapıtlarını belirten terim. İ.S. yaklaşık 1200`den başlayarak Hollandalı ve Flaman yazarlar, bölgede önceleri kilisenin dili olan Latince`yle yazılmış metinlerden farklı biçimde, `Orta Hollanda` dili ya da Dietdiye adlandırılan kendi lehçelerini kullanmaya başladılar. Ortaçağ Hollanda ve Flaman edebiyatının büyük bölümünü Limburg, Brabant ve Flandre eyaletlerinde yazılan şiirler oluşturdu. Çoğunun yazarı belirsiz olan bu şiirlerden sonra, Limburglu soylu Heinric van Veldeke, Hollanda edebiyatının yazarı bilinen en eski yapıtı olan HetLeven van Sin Servae^ i (Aziz Servatius`un Yaşamı, 1165`e d.) yazdı. Bu yapıtı toplumdaki aşırılıkları, kahramanları olan hayvanların ağzından ustaca yeren bir epik şiir olan Vanden vos Reinaerde{T\k Reynard) izledi. XIV. yy`da, Abelespelen (`Soylu oyunlar`) adı verilen Avrupa`da bilinen en eski din dışı tiyatro oyunları yazıldı: Avrupa`da bilinen en eski ahlaksal oyun olan Elckerlye(Her İnsan, 1470`e d.), vb. XVI. yy`da Hollanda ve Flaman edebiyatında bir çeşitlilik dönemi başladı: Yergi şiirlerinden, reform bildirilerine, Rederijkers`]er6ek` (`Belagat odaları`) `atışmalardan esinlenen yeni şiirlere ve oyunlara kadar geniş bir tür yelpazesinde gerçekleştirilen yapıtlar (XVI. yy`ın ünlü Hollandalı bilim adamı Erasmus`un Avrupa`nın her yanına ün salan yapıtlarıysa, Latince yazıldı). Altın çağ. İspanyol yönetimine karşı Hollanda ayaklanması ve XVII. yy. başında bağımsız Birleşik Eyaletler Cumhuriyeti`nin kurulmasının ardından, Hollanda edebiyatında ve sanatında bir `altın çağ` yaşandı. Yeni türler ve edebiyat biçimleri doğdu: Hollanda`da ilk klasik tiyatro oyunu ile ilk klasik komedi bu dönemde yazıldı. Dönemin başlıca yazarı olan şair, oyun yazarı, denemeci, tarihçi ve çevirmen Pieter C.|Hooft,Ceeraerdt van Velsen (1613) adlı trajedisinde, devlette yetki ve güç öğesi konusundaki görüşlerinin yanı sıra, şiddet ve toplum düzeni üstüne düşüncelerini de ortaya koydu. Holandaca yazan gelmiş geçmiş başlıca tiyatro yazarı sayılan Joost vanden Vondel`se, yurtseverlik duygularını yansıtan oyunu Cijsbrecht van Aemstel( defCl 637), XIV. yy`da Amsterdam kentinde patlak veren ayaklanmayı ve savaşımı yüceltti; ayrıca, Milton`ın Paradise Z.osf (Yitik Cennet) adlı yapıtından esinlenen Luciferadlı bir trajedi yazdı. Hollanda`da komedi ve farsın ilk önemli yazarı Gerhrand A. Bredero, Spaanschen Brabander Jerolimo (İspanyol Brabant`ından Jerolimo, 1617) adlı yapıtında, Amsterdam`daki çeşitli toplumsal sınıfların ilgi çekici bir betimlemesini ortaya koydu. Dönemin öbür önemli yazarları arasında devlet adamı ve şair Constantijn Huygens ile son derece beğenilen bir halk şairi olan Jacob Cats sayılabilir. XVIII. yy`da Hollanda ve Flaman edebiyatında nitelik açısından bir gerileme oldu. Kuralcı Fransız klasisizminden etkilenen Hollandalı edebiyatçılar, esin anlayışlarını yitirip, daha mekanik bir edebiyata yöneldiler. Gene de, bu sınırlamaların dışına çıkan Elizabeth Wolff ve Aagje Deken (1741-1804) gibi sanatçılar da yetişti. Deken, mektup biçiminde yazdığı romanı Sara Burgerhartta (1782), orta sınıfların inançlarının naif bir tablosunu çizdi. XIX.yy. Şair E.J. Potgieter, 1837`de, Hollanda yaşamını gerçekçi biçimde yansıtan bir edebiyata dönmeyi savunan De Gids (Rehber) adlı edebiyat dergisini kurdu. Dergide savunulan düşünceler, özellikle Nicolaas Beets`in yergi öyküleri dizisi Camere Obscura ile Eduard Douwes Dekker`in (1820-87) `Multatuli` takma adıyla yayınladığı özyaşamöyküsüne .dayalı romanı Max Havelaar`ı etkiledi. Aynı dönemin Flaman yazarlarından şair-vaiz Guide Gezelle, görkemli doğa şiirlerini yöresel Flaman lehçesinde yazdı. XIX. yy. sonu romancıları, doğalcılığı benimsediler. Frederik van Eeden (1860-1932), Marcellus Emants (1848-1923) ve Louis Couperus (1863-1923), romanlarında doğalcı bir anlayışla insan kişiliğinin, kalıtım, toplum ya da (Couperus`un romanlarında) `kader` aracılığıyla biçimlenip, dönüşüme uğramasını işlediler. XX. yy. XX. yy. başlarında bazı Flaman yazarları (Şair Karel von de Woestijne, romancı Stijn Streuvels, vb.), Hollanda ve Flaman edebiyatında yeni bir atılım gerçekleştirdiler. Dönemin en ünlü oyun yazarı Herman Heijermans, İyi Talih (1901) adlı yapıtıyla uluslararası ün kazandı. Bilim adamı ve hekim Simon Vestdijk, bilimsel yapıtlarının yanı sıra öyküler, şiirler, denemeler, eleştiriler, vb. yayınladı. İkinci Dünya Savaşı öncesinde yazmaya başlayan çağdaş romancıların başlıcaları arasında Marnix Gijsen, Fleming Louis Paul Boon (1912-79), tiyatro oyunları ve senaryolar da yazan HugoClaus(1929), W .F. Hermans (1921), Gerard Reve (1923), Harry Mulsch (1927) ve Jan Walkers sayılabilir. Bu yazarların tümü, İkinci Dünya Savaşı`ndan sonra önem kazanan temaları (toplum düzenine başkaldırı, yabancılaşma, modern çağın baskıları karşısında bireysel sorunlar, vb.) işlemektedirler.
ikili sayılama
Sayıları 2 tabanına göre yazma yöntemi. İkili sayılama, sayının her hanesindeki rakamın, 2`nin belirli bir kuwetini gösterimi anlamına gelir. 10`un kuwetleri kullanılan ondalık sistemin daha yaygın olmasına karşılık, ikili sayılama, bilgisayarlarda uygulanması nedeniyle önemlidir. Pozitif bir tamsayı, O`lardan ve 1`lerden oluşan bir dizi olarak gösterilir: Söz gelimi, 1101001 gibi. Her rakamın bir hane değeri vardır: Sağdan sola doğru birinci rakam birler basamağını, ikinci rakam ikiler basamağını, üçüncüsü dörtler basamağını (= 22), dördüncüsü ise sekizler basamağını (23) gösterir. Karşılaştırma amacıyla, ondalık sistemde ilk ,dört|hanenin fbirler (10°), onlar(101), yüzler (102) ve binler(103) basamağını gösterdiğini belirtelim. Dolayısıyla İkili sayılamayla aritmetik işlemleri basittir. Sözgelimi 1101001 .
“Sayıları 2 tabanına göre yazma yöntemi. İkili sayılama, sayının her hanesindeki rakamın, 2`nin belirli bir kuwetini gösterimi anlamına gelir. 10`un kuwetleri kullanılan ondalık sistemin “
Sayıları 2 tabanına göre yazma yöntemi. İkili
Sayıları 2 tabanına göre yazma yöntemi. İkili sayılama, sayının her hanesindeki rakamın, 2`nin belirli bir kuwetini gösterimi anlamına gelir. 10`un kuwetleri kullanılan ondalık sistemin daha yaygın olmasına karşılık, ikili sayılama, bilgisayarlarda uygulanması nedeniyle önemlidir. Pozitif bir tamsayı, O`lardan ve 1`lerden oluşan bir dizi olarak gösterilir: Söz gelimi, 1101001 gibi. Her rakamın bir hane değeri vardır: Sağdan sola doğru birinci rakam birler basamağını, ikinci rakam ikiler basamağını, üçüncüsü dörtler basamağını (= 22), dördüncüsü ise sekizler basamağını (23) gösterir. Karşılaştırma amacıyla, ondalık sistemde ilk ,dört|hanenin fbirler (10°), onlar(101), yüzler (102) ve binler(103) basamağını gösterdiğini belirtelim. Dolayısıyla İkili sayılamayla aritmetik işlemleri basittir. Sözgelimi 1101001 ile 1101110 sayılarının toplanması şöyle olur: Elektronik aygıtların ikili sayı sistemine dayanmasının nedeni, açık-kapalı ya da geç-geçme devrelerinin kullanılmasıdır. Modern bilgisayarlarda ve hesap makinelerinde, 0 ve 1 ikili rakamlarını göstermek için iki durumlu aygıtlar kullanılır. Durumların biri O`ı, öbürü 1`i temsil eder.
anotlama
Bir metalin (genellikle alüminyum)yüzeyinin,elektrolizle yükseltgeme yoluyla bir kaplamaya dönüştürülmesi işlemi. Anotlama, metalin yüzeyinde metal kaplamanın biriktiği elektrolizle kaplanmasının karşıtı olarak düşünülebilir. Anotlama sırasında, kaplama, metalin yüzeyinden içeri doğru büyür. Kaplama, alüminyumun dönüşmüş yüzeyi olduğundan, alüminyumla birleştiği söylenir. Anotlama sırasında alüminyum anot olarak, öbür metal ya da karbon katot olarak işlev görür. İçine alüminyumun konulduğu elektrolit, bir asittir (genellikle sülfürik asit ya da kromik asit). Alüminyum yüzeyini alüminyum oksit kaplamasına dönüştürecek pile, bir elektrik akımı uygulanır. Anotlama. işlemine ayrıca, renklendirme de eklenebilir. Anotlanmış alüminyum yapı sanayisinde, ulaşım araçlarında, ışıklandırma tesisatı ve elektrik .
“Bir metalin (genellikle alüminyum)yüzeyinin,elektrolizle yükseltgeme yoluyla bir kaplamaya dönüştürülmesi işlemi. Anotlama, metalin yüzeyinde metal kaplamanın biriktiği elektrolizle kaplanmasının “
Bir metalin (genellikle alüminyum)yüzeyinin,elektrolizle
Bir metalin (genellikle alüminyum)yüzeyinin,elektrolizle yükseltgeme yoluyla bir kaplamaya dönüştürülmesi işlemi. Anotlama, metalin yüzeyinde metal kaplamanın biriktiği elektrolizle kaplanmasının karşıtı olarak düşünülebilir. Anotlama sırasında, kaplama, metalin yüzeyinden içeri doğru büyür. Kaplama, alüminyumun dönüşmüş yüzeyi olduğundan, alüminyumla birleştiği söylenir. Anotlama sırasında alüminyum anot olarak, öbür metal ya da karbon katot olarak işlev görür. İçine alüminyumun konulduğu elektrolit, bir asittir (genellikle sülfürik asit ya da kromik asit). Alüminyum yüzeyini alüminyum oksit kaplamasına dönüştürecek pile, bir elektrik akımı uygulanır. Anotlama. işlemine ayrıca, renklendirme de eklenebilir. Anotlanmış alüminyum yapı sanayisinde, ulaşım araçlarında, ışıklandırma tesisatı ve elektrik uygulamalarında yaygın biçimde kullanılır
aşı ve aşılama
Elde edildiği mikropların yol açtığı hastalıklara karşı bağışıklık sağlayabilen mikrop kökenli bir maddenin (aşı), iğne ya da ağız yoluyla insana ya da hayvana verilmesi (aşılama). Fransız yazarı Voltaire, Felsefi Mektuplarında (1734) bazı Doğu uluslarının, yüzyıllardır, bir hastadan aldıkları kuru çiçek döküntüsünü çocuklarına aşılayarak, onları çiçek hastalığından koruduklarını anlatmıştır. Ülkemizde de çiçek aşısının bu türü,eskiden beri uygulanmış ve İngiltere`nin İstanbul elçisinin eşi Lady Montagu, Edirne`de gördüğü bir aşılamadan 1717`de İngiltere`ye yazdığı bir mektupta söz etmiştir. Yani aşının `bulucusu` Edward Jenner (1749-1823) değildir. Jenner, zararsız bir hastalık olan sığır çiçeğine yakalanmış inek çobanlarının çiçeğe karşı bağışıklık kazandığını .
“Elde edildiği mikropların yol açtığı hastalıklara karşı bağışıklık sağlayabilen mikrop kökenli bir maddenin (aşı), iğne ya da ağız yoluyla insana ya da hayvana verilmesi (aşılama). “
Elde edildiği mikropların yol açtığı hastalıklara
Elde edildiği mikropların yol açtığı hastalıklara karşı bağışıklık sağlayabilen mikrop kökenli bir maddenin (aşı), iğne ya da ağız yoluyla insana ya da hayvana verilmesi (aşılama). Fransız yazarı Voltaire, Felsefi Mektuplarında (1734) bazı Doğu uluslarının, yüzyıllardır, bir hastadan aldıkları kuru çiçek döküntüsünü çocuklarına aşılayarak, onları çiçek hastalığından koruduklarını anlatmıştır. Ülkemizde de çiçek aşısının bu türü,eskiden beri uygulanmış ve İngiltere`nin İstanbul elçisinin eşi Lady Montagu, Edirne`de gördüğü bir aşılamadan 1717`de İngiltere`ye yazdığı bir mektupta söz etmiştir. Yani aşının `bulucusu` Edward Jenner (1749-1823) değildir. Jenner, zararsız bir hastalık olan sığır çiçeğine yakalanmış inek çobanlarının çiçeğe karşı bağışıklık kazandığını gördükten sonra, sağlam insanları bu korkunç hastalıktan korumuk için, çiçek yarası sızıntılarını kullanmayı akıl etmiş, böylece aşılama işinin öncüsü olmuştur. İkinci büyük aşıysa, 1884`te Pasteur tarafından bulunan kuduz aşısıdır. Bu aşı herkesin ölümünü beklediği, kuduz bir köpektarafından ısırılmış Joseph Meisteradlı bir gence yapılmış ve genç, beklenenin tersine, iyileşmiştir. Pasteur`den sonra da pek çok aşı bulunmuştur. Veba (Calmette, Haffkine), kolera (Castellani Ferran, Kolle), tifo (Chantemesse, Widal, Vincent), kuşpalazı (Ramon) ve verem (Calmette ve Guerin`in ünlü B.C.G aşısı) aşıları. Daha yakın tarihlerde, insanlık çocuk felcine, (Saik, Lepin ve Sabin aşıları), kızamıkçık ve gribe (Pasteur Enstitüsü`nden Pr. Hannoun, 1973) karşı aşıyla silahlanmıştır. Koruyucu aşı, zorunlu olmamakla birlikte günümüzde çok yaygınlaşmıştır. Bağışıklık verici maddeler derialtı, deriçi ya da kasiçi iğnelerle, deriyi çizerek (omuza) ya da doğrudan doğruya ağız yoluyla bedene verilir. Çeşitli deneyler sonunda, etkili olabilmesi için her aşının bir ya da birkaç kez tekrarlanması gerektiği anlaşılmıştır. Bazı aşılar yalnız başına (B.C.G., çiçek, kuduz, zatürre, vb. aşıları), bazılarıysa karma olarak yapılır: Kuşpalazı ve tetanosa karşı (K.T. aşısı), tifo ve paratifo A ve B`ye karşı (T.A.B. aşısı) ya da aynı zamanda bütün bu hastalıklara karşı (K.T.T.A.B. aşısı). Türkiye`de aşılar Ankara Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü`nde hazırlanır. Bakterilere karşı bir aşının hazırlanması için, mikrobun besi ortamına ekimini yapmakla işe başlanır; sonra mikroptan arındırmayla, mikrobun hastalık yapma gücü zayıflatılır; bunu için, ısı etkisi, antiseptik maddeler ya da formol karıştırılması gibi yollara ya da tindalizasyon işlemine, yani ardarda bir dizi ısıtma ve soğutmaya başvurulur
uygulamalı dilbilim
Çağdaş dünya, dille doğrudan ilişkili sorunların izlerini taşımaktadır. Çok sayıda insanın, savaşlar, devrimler, çeşitli yıkımlar nedeniyle, evlerinden, yurtlarından oldukları XX. yy., `mülteciler` çağı diye nitelendirilebilir. 1950 yıllarının ortalarından başlayarak, eski sömürge imparatorlukları toprakları üstünde yeni uluslar doğ muş ve bunlar, devlet ve yönetim dili olarak, eğitim ve ticaret dili olarak kendilerine bir dil seçmek zorunda kalmışlardır. Ayrıca çeşitli ülkelerin büyük yerleşme merkezlerinde, çeşitli dilleri konuşan bir nüfus ortaya çıkmış, bu `çokdillilik` sonucu, yargı, güvenlik örgütü, toplumsal kurumlar, işverenler, okullar ve din kurumları, dil konularıyla yakından ilgilenmekgereğini duymuş lardır. Uygulamalı dilbilim, kökü dil olgusunda yatan insan sorunlarına çözümler getiren, .
“Çağdaş dünya, dille doğrudan ilişkili sorunların izlerini taşımaktadır. Çok sayıda insanın, savaşlar, devrimler, çeşitli yıkımlar nedeniyle, evlerinden, yurtlarından oldukları XX. “
Çağdaş dünya, dille doğrudan ilişkili sorunların
Çağdaş dünya, dille doğrudan ilişkili sorunların izlerini taşımaktadır. Çok sayıda insanın, savaşlar, devrimler, çeşitli yıkımlar nedeniyle, evlerinden, yurtlarından oldukları XX. yy., `mülteciler` çağı diye nitelendirilebilir. 1950 yıllarının ortalarından başlayarak, eski sömürge imparatorlukları toprakları üstünde yeni uluslar doğ muş ve bunlar, devlet ve yönetim dili olarak, eğitim ve ticaret dili olarak kendilerine bir dil seçmek zorunda kalmışlardır. Ayrıca çeşitli ülkelerin büyük yerleşme merkezlerinde, çeşitli dilleri konuşan bir nüfus ortaya çıkmış, bu `çokdillilik` sonucu, yargı, güvenlik örgütü, toplumsal kurumlar, işverenler, okullar ve din kurumları, dil konularıyla yakından ilgilenmekgereğini duymuş lardır. Uygulamalı dilbilim, kökü dil olgusunda yatan insan sorunlarına çözümler getiren, bu tür sorunları inceleyen bilim dalıdır. Uygulamalı dilbilim terimi, dilbilimin bu gibi sorunlara uygulanması gibi bir düşünceyi çağrıştırsa da, günü müzde uygulamalı dilbilim, dilbilimle bağıntılı, ama bü tünüyle farklı bir bilim dalı olmasının yanı sıra antropoloji, ruhbilim, toplumbilim ve öğrenme kuramıyla da yakın ilişki içindedir. Uygulamalı dilbilim, insan bilimlerinin tümünün katkısıyla dil sorunlarını çözmeye çalı şan, dil öğrenimi ve öğretimi gibi, dillerin karşılaştırılması, değerlendirilmesi gibi, dil siyasetleri gibi dil temelli alanlarda sonuçları olan bir bilim dalıdır. Uygulamalı dilbilim, ana dilin, ikinci dilin ve yabancı dilin öğretimi gibi konuları da üslenir. Ana dil (ya da birinci dil) insanın dünyaya gelişinden sonra ilk konuştuğu dildir. İkinci dil, söz konusu dili herkesin konuştuğu ortamlarda öğrenilen dildir: Sözgelimi Türk işçilerinin Almanya`da öğrendikleri Almanca, onların ikinci dilidir. Türkiye`de bir çocuğun, okulda öğrendiği Almanca`ysa, onun yabancı dilidir. Dil öğrenimi ve öğretimi. Dil öğrenimi ve öğretimi konularına birçok farklı yaklaşım vardır. Dilbilgisi-çeviri yöntemi, filoloji temellidir ve dile yaklaşımını, sözgelimi Latince gibi bir klasik dille karşılaştırmalar yoluyla gerçekleştirir. Klasik dillerde, bu dilleri günümüzde konuşan kişiler bulunmaması nedeniyle, kelime sözcüğü ve dilbilgisi sınırlıdır; bu dillerin edebiyatları, ortadan kalkmış bir uygarlığın düşünce sisteminin kapılarını açar. 1940 yıllarından 1960 yıllarına kadar yaygın bir yöntem olan işiterek öğrenmeye dayanan yaklaşım da, yapısalcı dilbilimi temel almış, yazılı dile oranla konuş maya ve tikel dillerin dilbilgisine ağırlık vermiş, öğrenme biçimi olarak da sürekli tekrar yoluyla dil alışkanlığı nın, konuşma alışkanlığının üstünde durmuştur. (Bk.YAPISALCILIK.)1950 yıllarından başlayarak, Noam Chomsky ve onun görüşlerini paylaşanlar, dil yapıları ve öğrenme konusundaki eski görüşlere karşı çıkmışlar ve dilin yaratıcı birsüreç(birezbersürecideğil)gerektirdiğini, kendi iç kurallarıyla (alışkanlıkla, tekrarlamayla değil) yönlendiğini savunmuşlar, insan aklının evrensel niteliklerinin bütün , dillerin temelini ı oluşturduğunu belirtmişlerdir. Chomsky`nin gerçekleştirdiği,devrim,önce,dil öğretiminde bir seçmeci anlayışın geçerlilik kazanmasına yol açmış, daha yakın dönemdeyse iki ana görüşe ayrılmış- tır:fl`ekbir kişinin dili öğretmesini temel alan görüş; içeriğe dayalı iletişimsel görüş (etkin öğrenci katılımı gereksinmesi, uygun dil verisi ve tekrarlama alıştırmalarından çok, iletişim konusunda elde edilen bilgileri birleş tirmeye çalışır). Daha yakın dönemdeyse, Batı ülkelerinde, okuma ve yazmaya daha çok ağırlık verilmesi yolunda önemli bir değişiklik gerçekleşmiştir; bu yakla şım, konuşma dili ile yazı dili arasındaki farklılığın öneminin bilincine varılmasından kaynaklanmaktadır, öğrenme ortamı. Uygulamalı dilbilimin ilgi konuları yalnızca öğrenme ve öğretmeyle sınırlı kalmaz; öğrenmenin gerçekleştiği ortam ile öğrenenler, öğreticiler ve toplumun bütünü arasındaki karşılıklı etkileşimle de ilgilenir. Ayrıca, çokdilli toplumlar içinde, kimin, hangi dille, kiminle ve hangi amaçlar için konuştuğuyla ilgilenir. Bu anlamda, uygulamalı dilbilim toplumsal dilbilimle (Bk. TOPLUMSAL DİLBİLİM) çakışırsa da, toplumsal dilbilim gibi yalnızca dili kullanma durumunu, konumunu ve bunun nedenlerini anlamaya çalışmaz; karşı lıklı iletişimi artırmak ve iletişim güçlüğünü azaltmak yolunda birara konufn arayışı içindedir. Bu genel ilgi alanları, dil toplumbilimi içinde toplanırlar; daha geniş kapsamdaysa dil siyasetini ve planlamasının bir parçasıdırlar. Dil ruhbilimi. Bütün bunlara ek olarak, uygulamalı dilbilim, bir dilin öğrenilme ya da kullanılma sürecinde öğ renenin aklının nasıl işlediğiyle de ilgilidir; bu açıdan uygulamalı dilbilim, ruhbilimsel dilbilimle çakışır. Son yıllarda, araştırmalar ikinci dili öğrenme kuramı üstünde yoğunlaştırılmış ve çocuğun dil öğrenmesinde izlediği doğal sürecin ve birinci dil ile ikinci dili öğrenme süreç lerinin benzer oldukları varsayımının temel alınmasıyla, `doğal yaklaşım` adı verilen öğretim yöntemi geliştirilmiştir. Dil ruhbilimi konusundaki araştırmalar, yapay zekâ konusundaki çalışmalara (yani doğal dil ve insan belleğinin veri depolama yöntemini taklit ederek bilgisayarlar geliştirme çabalarına) da katkıda bulunur. Uzmanlık alanları dilleri. Dilin özel kullanımına ilişkin konular, dilcileri özel amaçlar için dil öğretimi konusundaki araştırmalara yöneltmiştir. Bu alandaki çalış malar çeşitli mesleklerin kendilerine özgü `dilleri`ni derlemekten başlayarak, özel dilbilgisi ve söylem stratejilerinin işlevleriyle ilgili incelemelere kadar yayılır (sözgelimi, bilim adamlarının dilsel söylemlerinde, nesnellik ve konuya belli bir uzaklıktan bakışı sağlamak amacıyla, edilgen çatı kullanmaları). Bu ilgi alanı, uygulamalı dilbilimcileri dilin, meslekler kapsamında, özel kullanımına yönelik incelemelere götürmüştür (sözgelimi doktorlar ile hastalar, tanıklar ile yargıçlar arasındaki dil iletişimi); siyasetçiler, reklamcılar gibi halkı yönlendirmeyi amaç alan mesleklerin dilleri üstünde de araştırmalar yapılmıştır. Dil ile düşünce arasındaki ilişki konusu, uygulamalı dilbilimi, sinirsel dilbilimle de ilişkiye götürür; bu alan yalnızca biyoloji ve dil işlevleri fizyolojisini kapsamakla kalmaz, dilin kullanım bozukluklarını da içerir; sözgelimi çeşitli konuşma yitimi biçimleri, daha etkili tedavi yöntemleri bulmak amacıyla incelenir. Uygulamalı dilbilim ayrıca, sağır, kör ve dilsizlerin, bu tür özürlülere yönelik alternatif dilleri öğrenme yollarıyla da ilgilenir; işaretleri temel alan dillerin öğrenimi konusunda da önemli çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Özet. Özetlersek, uygulamalı dilbilimciler, insan sorunlarının çözümünü uğraş edinmişlerdir. Uygulamalı dilbilimci, ne tam bir toplumsal dilbilimci, ne sinirsel ya da ruhbilimsel dilbilimci, ne bir dil öğreticisi, ne klinik uzmanı, ne de özel alanlardaki sözlüklerin yazarıdır; ya şayan dile ilişkin sorunları araştırma yolunda, bütün bu dallardan yararlanan bir uygulamacıdır.
duyudışı algılama
Nesnelerin, düşüncelerin ya da olayların, bilinen insan duyularının aracılığı olmadan algılanması.Bütün algılar, dört ana kümede toplanır:Telepati(ya da zihinden zihine iletişim); durugörü (uzaktaki kişi, nesne ya da olguları farketmek); önbiliş (gelecekte gerçekleşecek olayları bilmek); artbiliş (söz konusu olgulara ilişkin bilgilere erişme olanağı olmadan, geçmişteki olayları bilmek). Bilimsel kuram, duyu organlarının ve öbür beden sistemlerinin aracılık ettiklerinden başka algı biçimlerini tanımaz (Bk. DUYULAR VE DUYUM); o yüzden de duyudışı algılama, tanımı gereği, bilimsel açıklama alanı nın dışında kalır. Dolayısıyla, duyudışı algılamanın oluş masına ilişkin savlar, karşıt görüşün bu tür bir algılama olmadığının kesin bir biçimde kanıtlanamayacağını da öne sürmesine karşın, .
“Nesnelerin, düşüncelerin ya da olayların, bilinen insan duyularının aracılığı olmadan algılanması.Bütün algılar, dört ana kümede toplanır:Telepati(ya da zihinden zihine iletişim); “
Nesnelerin, düşüncelerin ya da olayların, bilinen
Nesnelerin, düşüncelerin ya da olayların, bilinen insan duyularının aracılığı olmadan algılanması.Bütün algılar, dört ana kümede toplanır:Telepati(ya da zihinden zihine iletişim); durugörü (uzaktaki kişi, nesne ya da olguları farketmek); önbiliş (gelecekte gerçekleşecek olayları bilmek); artbiliş (söz konusu olgulara ilişkin bilgilere erişme olanağı olmadan, geçmişteki olayları bilmek). Bilimsel kuram, duyu organlarının ve öbür beden sistemlerinin aracılık ettiklerinden başka algı biçimlerini tanımaz (Bk. DUYULAR VE DUYUM); o yüzden de duyudışı algılama, tanımı gereği, bilimsel açıklama alanı nın dışında kalır. Dolayısıyla, duyudışı algılamanın oluş masına ilişkin savlar, karşıt görüşün bu tür bir algılama olmadığının kesin bir biçimde kanıtlanamayacağını da öne sürmesine karşın, tartışmalı durumda kalır. XX. yy`da çeşitli kişi ve gruplar, duyudışı algılama olguları nın denetimli bir biçimde incelenmesi yolunda çabalarda bulunmuşlardır. (Bk. PARAPSİKOLOJİ.) Bu tür araş tırmacılar çoğunlukla, duyudışı algılama deneyimlerinin hipnoz, kimyasal maddeler ya da daha başka yapay araçlarla laboratuvar koşullarında ölçümlenebilecek bir biçimde uyarılabileceğini savunmaktadırlar. Denetlenebilir ve yeniden üretilebilir bulunmadığı için, duyudışı algılamayla ilgili araştırma raporları bilim çevrelerinde genellikle kabul edilmez. Buna karşılık, parapsikologlar, vb. duyudışı algılamanın varolduğunu ve bilimsel anlayışın dışında kalsa bile, araştırılması gerektiğini ileri sürmektedirler.
Flamanca
.
““
Bk. GERMEN DİLLERİ.
Flaman edebiyatı
.
““
Bk. f io l l a n d a ve FLAMAN EDEBİYATI.
flamankuşu
.
“Flamangiller ailesinden su kuşu türü (Bil. a. Phoenicop- terus ruber ya da Phoenicopterus roseus). Avrupa ve Afrika`nın bazı kesimleri ile Hazar denizi ve Basra körfezi çevresindeki alanlarda yaşayan “
Flamangiller ailesinden su kuşu türü (Bil. a. Phoenicop-
Flamangiller ailesinden su kuşu türü (Bil. a. Phoenicop- terus ruber ya da Phoenicopterus roseus). Avrupa ve Afrika`nın bazı kesimleri ile Hazar denizi ve Basra körfezi çevresindeki alanlarda yaşayan flamankuşu {pembe flaman, flamingo da denir), aşırı uzun bacaklı, suyun içindeki küçük hayvanları ve yosunları süzüp ayırmaya yarayan ters dönük çapraz gagalı bir kuştur; boyu 150 cm`yi bulabilir. Binlerce kuştan oluşan sürüler halinde, ıssız deniz kıyılarında, yarı tuzlu ya da alkali sulu göllerde ve haliçlerde yaşar; sık sürüler halinde çiftleşir; koni biçiminde yuva yapar.
Flaman sanatı ve mimarlığı
Genel çizgileriyle günümüzdeki Belçika topraklarını içeren bölgede (tarihsel Flandres bölgesinin güney kesimi) gelişmiş sanat ve mimarlığı belirtmede kullanılan terim. Birkaç istisna dışında heykel ve mimarlıktan çok resimde başarılı olan Flaman sanatçılarının en yaratıcı, üretken ve etkili oldukları dönem XV. yy. ile XVII.,yy`ın ilk çeyreği arasında kalan dönemdir. jXV. yy. boyunca Bourgogne düklerinin yönetiminde kalan Flan- dre bölgesi siyasal ve sanatsal açıdan Fransa`ya bağımlı olduğundan, sanatçılar, söz konusu dönemde yapıtlarını özellikle Gent, Brugge ve Brüksel`deki zengin yerel yöneticiler ve Bourgogne sarayı için üretmişlerdir. Ma- rie de Bourgogne ile Avusturya arşidükü Maximilian l`in evlenmelerinden (1477) sonra, Flandre, Habsburglara bağlanmış ve Güney Flandre XVII. yy`ın sonuna kadar İspanya Habsburglarının .
“Genel çizgileriyle günümüzdeki Belçika topraklarını içeren bölgede (tarihsel Flandres bölgesinin güney kesimi) gelişmiş sanat ve mimarlığı belirtmede kullanılan terim. Birkaç istisna “
Genel çizgileriyle günümüzdeki Belçika topraklarını
Genel çizgileriyle günümüzdeki Belçika topraklarını içeren bölgede (tarihsel Flandres bölgesinin güney kesimi) gelişmiş sanat ve mimarlığı belirtmede kullanılan terim. Birkaç istisna dışında heykel ve mimarlıktan çok resimde başarılı olan Flaman sanatçılarının en yaratıcı, üretken ve etkili oldukları dönem XV. yy. ile XVII.,yy`ın ilk çeyreği arasında kalan dönemdir. jXV. yy. boyunca Bourgogne düklerinin yönetiminde kalan Flan- dre bölgesi siyasal ve sanatsal açıdan Fransa`ya bağımlı olduğundan, sanatçılar, söz konusu dönemde yapıtlarını özellikle Gent, Brugge ve Brüksel`deki zengin yerel yöneticiler ve Bourgogne sarayı için üretmişlerdir. Ma- rie de Bourgogne ile Avusturya arşidükü Maximilian l`in evlenmelerinden (1477) sonra, Flandre, Habsburglara bağlanmış ve Güney Flandre XVII. yy`ın sonuna kadar İspanya Habsburglarının yönetiminde kalmıştır. RESİM XI. yy`dan XIV. yy`a kadar elyazmaları süslemeciliği (tezhip) en yaygın resim sanatı dalıydı. XIV. yy`ın ikinci yarısında Jean Bondol, bu sanatın son derece zarif örneklerini ortaya koydu. Fransa`da çalışan öbür minya- türcüler gibi, süslemelerinde, Fransız elyazmalarında görülen zarif üsluplaştırma ile manzaraları ve arka plandaki figürleri daha az idealleştirmeye dayanan kendi anlayışını birleştirdi. Ama elyazması süslemeciliğinin en başarılı yapıtı, 1416`dan önce Limbourg Kardeşlerin resimledikleri Tres Riches Heures de Jean ducde Berry (Berry Dükü Jean`ın Dua Kitabı) oldu. Bu yapıttaki süslemeler evrensel üslubun en gelişmiş örneğini oluşturmalarının yanı sıra, gündelik yaşama ilişkin ayrıntılı betimlemeleriyle, sonraki Flaman ressamlarının büyük ölçüde geliştirecekleri günlük yaşam sahneleri türünün ilk örneklerini oluşturdu. XV. yy`da, elyazması süslemeciliğinin yerini, büyük ölçüde, ağaç levhalar üstüne yapılan resimler aldı. Bu resimlerin niteleyici özelliği Flaman ressamlarının resme 1420 yıllarında getirdikleri temel yenilik olan yağlıboya tekniği ile dönemin İtalyan resmindeki çizgisel perspektif anlayışı arasındaki çelişkidir; bu perspektif anlayışıyla İtalyan sanatçılar resimde mekânı, matematik ilkelere uygun bir biçimde yapılandıklarken, Fla man sanatçıları) görgücül çözümlemeyi, matematiksel oranlamaya yeğ tuttular ve görünen dünyayı bütün çeşitliliği içinde, büyük bir coşkuyla yansıttılar. Yağlıboya resim, gündelik yaşamın ve doğa görüntülerinin en ince ayrıntılarının betimlenmesini olanaklı kılarken, ışığın, nesnelerin biçimi ve dokusu üstündeki etkilerini de aktarmayı sağladı. Flaman sanatçıları yağlıboyayı tuvale, kat kat, saydam tabakalar halinde uygulayarak, görülmemiş derecede zengin, parlak renkler elde ettiler. Jan Van Eyck Şansölye Rolin`li Meryem (1434`d.; Louvre, Paris), vb. tablolarında, bu yeni tekniğin bütün olanaklarından yararlanan ilk sanatçı oldu. Flaman resmine, Ortaçağ`ın simgeci anlayışının yanı sıra, din dışı, maddi bir dünyanın görüntülenmesi de egemen oldu; böylece gotik üslubunun geç dönemi sanatçıları, dinsel konulara yer vermekle birlikte, aynı tablo içinde, büyük bir dikkatle çizilmiş dünyasal ayrıntıları yansıttılar. En sıradan günlük eşyaları bile, dinsel simgecilerin aktarılmasında bir araç olarak kullandılar: Sözgelimi, Flemalleli Usta diye anılan sanatçının Mero- de mihrap arkalığı (1425-27; The Cloisters, New York City) hem işlevsel niteliği olan bir nesne, hem de Meryem`in bekâretinin bir simgesidir. Özet olarak Flaman sanatçıları din dışı olan ile dinsel olanı bir araya getirerek, dinsel bir olayı çağdaş bir dekora yerleştirdiler ve maddi dünyaya manevi bir anlam kattılar. Söz konusu ortak özellikleri tümünün paylaşmalarına karşın, sanatçıların her birinin ayrı bir kişisel üslubu da vardı: Yapıtlarını imzalayan ilk Flaman ressamı olan Jan Van Eyck, coşkusuz, dingin tablolarında, ışığı ve ayrıntıları kusursuz biçimde kullandı; Rogier Van der Weyden, özellikle insanın duygularını yansıtmakta us- talaştı. Flocası Flemaleli Usta, yerel dekorlar önünde gürbüz, güçlü insan figürlerine yer verirken, Van der Weyden, günlük yaşam sahnelerinde dinsel olguyu ön plana çıkardı. Portrelerinde kusursuzluğa ulaşan Hans Memling, döneminin insanlarını katıksız bir yalınlıkla hiçbir aşırılığa kaçmadan görüntülerken, eşsiz, şaşırtıcı bir doğa gözlemcisi özelliğini ortaya koydu. Gerçekçi ayrıntıların simgesel olanaklarını araştıran Hugo Van der Goes`daki hüzün ve manevi yoğunluk, XX. yy`da bile yankılar| uyandırdı|ve Vincent Van Gogh gibi dışavurumcuların öncüleri arasında sayılmasına yol açtı. XV. yy. ortalarından sonra Flaman ressamları İtalyan ressamlarını önemli ölçüde etkilediler. Özellikle Hugo Van der Goes`un bir Floransa kilisesinin siparişiyle gerçekleştirdiği Portinarimihraparkalığf nın (1475`e d.;Uf- fizi, Floransa) İtalyan ressamları üstünde güçlü etkileri oldu. Ne var ki, hümanizmin XVI. yy`dan başlayarak Flandre`a yayılmasıyla, sanatsal etki rüzgârları ters yönde esmeye başladı. Flaman sanatçıları bu dönemde İtalyan Rönesans sanatçılarından esinlenmeye başladılar. İtalya`ya sık sık yolculuklar yapmaları Flandre`a yeni temalar, yeni biçimler getirdi; Jan Gossaert (Mabuse adıyla tanınır) `çıplaklarında İtalyan üslubunu yansıtırken, Flandre da mitolojiden alınma konuları işleyen ilk ressam oldu. Anvers resim okulunun kurucusu Quentin Massys, Kuzey geleneğine bağlı kalmakla birlikte, Leo- nardo da Vinci`nin incelikli ışık ve gölge tekniği ile kompozisyon anlayışını benimsedi. Raffaello`nun, yaklaşık 1515`te Brüksel`e gönderilen duvar halısı taslaklarından büyük ölçüde etkilenen Bernard Van Orley, yapıtlarında Rafaello`nun insan figürlerini teklit etti. İtalyan sanatı etkisindeki geç gotik dönemi Flaman sanatçıları, daha sonra manîerismeüsjlubuna bağlandılar ve bu süreç içinde, büyük boyutlu resme yöneldiler: XV. yy. sonunun dev boyutlu kompozisyonları. Bu gelişmeler sırasında Kuzey sanatının özellikleri bütünüyle yok olmadı. Flaman ressamları, portre resmindeki ustalıklarıyla ün salmayı sürdürdüler. Ayrıca XVI. yy. ortalarında, manzara resimleri ve gündelik yaşam sahneleri, bağımsız konulara doğru gelişti; aynı yönelim natürmortta da gerçekleşti. Yaşlı Pieter Bruegel (Bk. BRUEGEL, PİETER), geleneksel Kuzey temalarında yoğunlaşan en büyük sanatçı oldu: Çağdaşları gibi o da İtalyan sanatının etkisi altında kalmakla birlikte, bu etki- leniş, özel motiflerden çok, uzam düzenlemesi ve tekniği yönünde oldu: İtalyanların tersine, Bruegel, insanları idealleştirmeden, son derece ayrıntılı ve gerçekçi uzamlarda resimledi. 1560`tan başlayarak Flandre`ın her yanına yayılan ayaklanma sırasında Flandre`ın yalnızca kuzey kesimi (Hollanda), İspanyol egemenliğinden kurtulup bağımsızlığa kavuştu. Güney Flandre, Habsburglar imparatorluğunun bir parçası olarak kaldı. 1609`dan sonra siyasal açıdan birbirinden ayrılan iki bölge, sanatsal açıdan da farklılık gösterdi. XVII. yy., Hollanda`nın her iki bölgesinde de soyutlamadan ve manierismo üslubunun yapmacıklarından uzaklaşma dönemi olurken, barok sanat Flandre`da, Hollanda`dakinden farklı bir özellik gösterdi (Bk. HOLLANDA SANATI VE MİMARLIĞI). Flandre`da katoliklik yeniden ağır basınca, sanatta kilisenin korumacılığı da sürdü. Bu arada, aristokrasinin sanat eğilimlerini taşıyan burjuva sınıfı, günlük yaşam sahnelerine olduğu kadar mitoloji ve tarihten alınma konulara ilgisini sürdürdü. Flaman ressamları, bütün konularda zengin birrenkve süslü bir kompozisyon anlayışı yansıttılar. Kuzey Flandre`da birçok yerel üslup geliştirilirken, Güney Flandre`da P. Rubens, bütün Flaman sanatına damgasını vurdu. Flaman geleneği ile İtalyan geleneğini birleştiren ilk sanatçı olan Rubens, Flaman sanatının, manzaraları ayrıntılarıyla işleme, zengin renkler kullanma ve karmaşık iç doku anlayışı ile İtalyanların, idealleştirme, genelleştirme ve dev boyutlarda çalışma eğilimlerini kaynaştırarak, bu bileşimle, canlılık dolu anıtsal sahneler yarattı. Rubens`in sanatı, A. Van Dyck ve Jacob Jordaens`i etkiledi. Sanat tarihinin en duyarlı portre ressamlarından biri olan Van Dyck, kişilerinin hem bireysel özelliklerini, hem de sınıfsal konumunu ustalıkla yansıttı. Jor- deens, Rubens`in kompozisyonlarının görkemiyle yarı- şamamakla birlikte, gerek dinsel ve mitolojik konuları işlediği tablolarında, gerek köy şenlikleri betimlemelerinde, gündelik yaşantının karmaşasını büyük bir başarıyla yansıttı. Rubens`in sanattaki ağırlığı, Frans Snyders gibi manzara ve natürmort ressamlarını da etkilediyse de, bu etki küçük boyutlarda çalışan ressamlar üstünde daha sınırlı oldu. Sözgelimi bir Adriaen Brouwer, Flaman sanatçılarına özgü canlı hareket anlayışını, HollandalIların renk tonları anlayışıyla bağdaştırdı. Jan Bruegel (Kadife Bruegel), Rubens`in tarzından oldukça farklı, minyatürcülüğe yakın bir üslup geliştirdi. Rubens`in ölümüyle, Flaman resminin altın çağı da sona erdi. XVIII. ve XIX. yy`larda Flaman sanatçılarının büyük bir bölümü Fransız sanat akımlarını izlediler. 1815`te Brüksel`e sürgün gönderilen Jacques Louis Da- vid`in benimsemişolduğu birtüryeni klasisizm, Flaman sanatını önemli ölçüde etkiledi. Buna karşılık, olağanüstü özgün bir sanatçı olan James Ensor da, alabildiğine kişisel üslubu, garip, gizemli renkleri ve içkarartıcı, fantastik biçimsel çarpıtmalarıyla, XX. yy. dışavurumcu ressamlarını etkiledi. (Bk. DIŞAVURUMCULUK.) XX. yy`ın en ünlü Belçikalı ressamları, imge ile gerçek dünya arasındaki ilişki sorunsalını bulmaya çalışan Rene Magritte ile Paul Delvaux`dur. (Bk. GERÇEKÜSTÜCÜLÜK.) HEYKEL Karolenj imparatorluğu döneminde, Meuse ırmağı vadisi, fildişi oymacılığının ve maden işçiliğinin merkezi oldu. Bölgenin heykelcileri, roman üslubu döneminde de olağanüstü nitelikte yapıtlar ortaya koydular.(Bk. ROMAN ÜSLUBU.) Roman üslubu döneminin iki büyük Flaman heykelcisi Renier deıHuy ve Nicholsh de Verdun, Meuse ırmağı vadisinde yaşamış kuyumcu ustalarıydı. Renier de Huy`ün başyapıtı, Liege`deki Saint Barthe- lemy kilisesinin dökme pirinçten vaftiz kurnasıdır (yaklaşık 1107-18). Roman üslubuna özgü geometrik yapısına karşın, kurnanın üstündeki kabartma sahnelerde, kumaş kıvrımlarının insan yüzlerini ve bedenlerini çağrıştırmasıyla, klasik sanatın etkileri de gösterir. Nicholas de Verdun, roman üslubu döneminin son ünlü Flaman sanatçısı oldu. Dönemini önemli ölçüde etkileyen yapıtlarında, klasik sanat bilgisinin yanı sıra, gerçek dünyanın derinlemesine bir gözlemini de yansıttı. İnsan duygularını son derece gerçekçi bir biçimde aktarırken, kumaş kıvrımlarından insan figürlerinin hareketini anıştırmakta yararlandı. Bu anlayışı, gotik üslubu dönemi heykelcileri tarafından benimsenerek, daha da geliştirildi. Gotik uslubu döneminde Fransız heykelciliği, Flaman sanatını büyük ölçüde etkiledi. Bununla birlikte Bourgogne sarayının en başarılı heykelcisi, sanat yaşamının bir bölümünü Brüksel`de geçiren HollandalI Cla- us Sluter oldu. Sluter`in olağanüstü bireyci figürleri, heykelin, mimarlığın bir parçası olmaktan kurtulmasında önemli, bir adım oluşturdu. XVI. yy. boyunca İtalyan yapıtları, Flaman heykelcilik merkezleri Anvers ve Mechelen`i önemli ölçüde etkilediler. Dönemin en yetenekli Flaman kökenli heykelcisi Giambologna, başarılı sanat yaşamını İtalya`da geçirdi. XVII. yy`ın önde gelen Flaman heykelcisi Fran- çois Duquesnox da İtalya`da yaşamayı seçti. Barok he- yekciliği ustalarından biri de, Amsterdam Belediye sarayının süslemelerini yapan Artur Quellinus oldu. Flaman heykelcileri, XVIII. yy`da da Güney Flandre dışında çalışmayı sürdürdüler. Michel Rysbrack, Peter Scheemakers (.1691-1781) ve Laurent Delvaux (1696- 1778), İngiltere`de büstleri ve lahitleriyle büyük başarı kazandılar. Flandre`da kalarak, çoğunlukla anonim bir kimlikle yerel kiliseler için çalışan heykelcilerde, sıradı- şı, özgün yapıtlar ortaya koydular. XVII. yy`ın ikinci yarısı ile XVIII. yy`da, geleneksel ağaç oyma kilise eşyası sanatındaki gelişmeler, geniş karmaşık insan figürleriyle süslenen günah çıkarma bölmelerindeki ve vaaz kürsülerindeki süslemelerle doruğa ulaştı: Hendrik Verburg- gen`in Brüksel katedrali vaaz kürsüsü (1699), vb. XIX. yy. boyunca Flaman heykelciliği Fransa`nın etkisinde kaldı. Fransız heykelciliğinin esinlerini taşıyan yeni klasisizm, yüzyılın ilk yarısının egemen üslubuydu; ancak, yüzyılın ikinci yarısının en dikkat çeken heykelcisi, Auguste Rodin`in heykel anlayışından etkilenen gerçekçi sanatçı Constantin Meunier oldu; Meuni- er`nin Emek Anıtı adlı heykel topluluğunda (1893- 1905; Brüksel «müzesi) Rodin etkisi açıkça belirgindir. XX. yy`da da heykel, Flaman sanatı geleneğinde hep olageldiği gibi, resim kadar önem taşımadı. MİMARLIK Roman üslubunda sanat ve kültür etkinliği, Flandre bölgesinde, Tournai ve Liege`deki manastırlar ile piskoposluk saraylarında yoğunlaştı: Liege`deki Saint Barthe- lemy kilisesi, (XI.-XII. yy`lar) bu dönemden günümüze kalan ender mimarlık örneklerinden biridir. Ama bu bölgelerdeki yerel zenginleşme nedeniyle,XIII., XIV.ve XV. yy`larda, roman üslubunda mimarlık yapıtlarının yerine, yeni ortaya çıkan gotik üslubunda yapılar yükseltildi. Gotik dönemin başlangıcında, Flaman kilise mimarlığı özellikle Fransız mimarlığının etkisinde kaldı. Brüksel`de Saint-Michel et Gudule katedrali (yapımına 1226`ya doğru başlandı), gotik üslubunun başyapıtlarından biri oldu. Din dışı mimarlıkta en yenilikçi gelişmeler, çeşitli kumaş hali binalarında gerçekleştirildi: İe- per`deki haller (1304`e d.-80). Flaman mimarları, gotik üslubunun XVI. yy`a kadar sürdürüp, o tarihte İtalyan rönesans ve manierismo üslublarına yöneldiler. Tasarımını yardımcılarıyla birlikte Cornelis Floris`in (1514- 75) yaptığı Anvers Belediye sarayında (1561-66), yerel üsluplar ile dış etkiler kaynaştırıldı: Kökeni kuzey Avrupa olan ve Flaman mimarlar aracılığıyla yaygınlaşan atkılı tarz (manierismo süslemeciliğinin bir ara biçimidir) geniş ölçüde kullanıldı. Belediye sarayının karmaşık, yapmacıklı süslemek çizgisel planında da manierismo- cu özellik vurgulandı. Buna karşılık Pieter Huyssens (1577-1637) ve yardımcılarının planlarını çizdikleri An- wers`teki Saint Charles Borromeo cizvit kilisesinde (yapımına 1615`e doğru başlandı), barok üslubunun özelliği olan, tek parçalı, dolgun, akışkan biçimler, zengin ışık ve gölge oyunları sergilendi. Rubens`in tasarımını yaptığı cephe kabartmaları, İtalyan cizvit kiliseleri örneğine göre biçimlendirildi. Flaman barok sanatının en zarif örneğiyse, Rubens`in Anvers`teki kendi evi için tasarımladığı, üçlü kemerli kapı oldu. XVIII., XIX. ve XX. yy`larda Flaman mimarlığı, genel olarak Avrupa`daki eğilimleri izledi (Victor Horta`nın yapıtları dışında). Brüksel`de 1890 yıllarında, art nou veau üslubunun ilk örnekleri gerçekleştirildi. Art nou- veau üslubunda yapıtlar da ortaya koymuş olmakla birlikte, Henri Van !de! Velde, daha sonra XX. yy. mimarlığını büyük ölçüde etkileyecek ilkeleri ortaya attı: Mimarlıkta aşırı süslemeye son vermenin gerekliliğini vurgulaması; işlevselliği savunması; vb.